# Etiket
#Kültür/Sanat

Sanat ve Siyaset / Metin BOZDEMİR

Sanat ve Siyaset

 Metin BOZDEMİR

“Sanat, halk içindir.”
“Sanat, sanat içindir.”

Bu anlamsız tartışmalar günümüzde hala devam ediyor mu? bilmiyorum ama şöyle veya böyle ‘sanat’ın gücüne sonuna kadar inananlardanım.

Genelde başına ‘görsel’ takısı getirilerek kullanılan ‘sanat’ kavramının kelime kökenine indiğimizde, ‘suni = yapay’ anlamları çıkar karşımıza.. (*)

Makro ve mikro düzeyde evrene ‘görerek’ baktığımız takdirde, muhteşem bir tasarım harikasıyla karşılasırız. Detaylara girdikçe, bu ihtişamın tesadüflere bağlı olmadığının idrakiyle güzelliklerin ortasında başımız dönerek, aczimizi hatırlarız.

En genel anlamıyla, yaratıcılığın ve hayalgücünün ifadesi olarak anlatılan Sanat kavramının, ‘yaratılış gerçeği’ karşısında kelime köküyle ‘suni – yapay’ anlamını taşıması tesadüf olmasa gerek… Ki sanat felsefesi tarihinin en önemli isimlerinden Platon (Eflatun) ve Aristo’ya göre “Doğanın mükemmelliği ve güzelliği vardır. Sanatçı doğada var olan bu güzelliği eserinde taklit eder.”

Felsefe dünyasına girince çıkmak zor olur, ancak değerli tez ve antitezlerden senteze ulaşmak zor olmasa gerek. Sonuç; sanatın güzelliği ve gücüdür.

Yüzyılların birikimiyle geliştirilen sanat ve estetik kuramlarından birisi olan ‘İşlevsel Kuram’ sanatı hayata sokar. İçinde yaşadığımız binaların, kullandığımız eşyaların, gözümüzün gördüğü, kulağımızın dinlediği herşeyin, zanaat ustalarından önce sanatçılar tarafından estetik kaygılarla tasarımının yapılmış olması, tabii olan güzelliklere güzellik ve haz katar. Estetik duyguları gelişmiş bir toplumun medeniliği, yaşama sevinci ve mutluluğu ve hatta siyaseti de sanata paralel olarak gelişir.

Yüzyıllar boyunca felsefi akımlarla büyüyen, pragmatizm ve pozitivizm gibi birbirine zıt görüşlerden modernist akımlara kadar bir felsefesi olan sanatın da bir siyaset argümanı olamayacağını da düşünemeyiz zaten.

PC arama motorlarında ‘sanatın siyasallaştırılması‘ konusunda bir tarama yaptım ve oldukça ilginç sonuçlar çıktı karşıma. Bu konuda Türkçe yazılmış bir tek makale, kitap vs. olmamasına karşılık yabancı kaynakların bolluğu dikkatimi çekti. Google’ın verdiği sonuçlar yazılmadığını göstermez ancak en azından benim açımdan bu konuda bir açık kapı bulunduğunu gösteriyor.

Arama, tarama esnasında New York’lu John Haber adındaki gazeteciyle yapılan röportajdaki bir cümle dikkatimi çekti; (**) “Conservatives often deride political art
and critical theory for ignoring art’s special realm”  Çevirisinden anladığım kadarıyla “Muhafazakârlar genellikle sanatın eleştirel kuramını politik alanda görmezden geliyorlar ve alay ediyorlar.” cümlesini okuyunca, muhafazakarların bütün dünyada aynı olduğunu düşündüm.

Yine ‘Ana Vilenica’ adındaki bir Sırp yazarın (***) “How to politicize the depoliticization of art?/ Sanat nasıl siyasallaşıp politize ediliyor?” isimli makalesinden dikkatimi çeken bir cümle; “The Centers were instrumental in establishing a unison politicized art production, aiming to bridge the so called “period of transition” (from socialism towards capitalism) by creating a new neo-liberal value system based on critique of local ethno nationalistic state admin- istration. / Doğu Avrupa’da Merkezleri yerel etno-milliyetçi devlet yönetiminin eleştirisine dayalı yeni bir neo-liberal değer sistemi yaratarak sözde “geçiş dönemi” (kapitalizme doğru sosyalizmden) köprü hedefleyerek politize sanat üretim kurulmasında etkili olmuştur.

Demekki sosyalistler de bütün dünyada aynı…

Yine bir şekilde rastladığım Prof. Dr. Prof. Dr. H. B. PAKSOY’un 2004 tarihinde, New York Türk Evi’nde, 23 Nisan Çocuk Bayramı nedeniyle verdiği “The Bald Boy Keloğlan and the Most Beautiful Girl in the World” başlıklı prezentasyonu dikkatimi çekmişti. (****) Konumuzla ilgisi çerçevesinde özetle şöyle diyor sayın Paksoy;

Kurgu Bilim/Sanat ile yaratılmış olay ya da kişiliklerin yardımı ile, az gider kullanarak yüksek verim alınmasına çalışılır. Bu zorlama, toplu yönetim düzenince de yapılabileceği gibi, tek kişice ele alınmış bir atılım olarak da ortaya çıkabilir. Amaç, bir ‘yönetim’ bölümünün çıkarlarını korumaktır, giderleri düşürmektir. Ancak, bu uğraş sonucunda, kimin daha
çok gelir elde edeceği sorusunun toplumca sorulması kaçınılmazdır.

Ne var ki, arasıra Toplum da bu tür eylemleri kökünden anlayıp, kesinlikle karşılık verir. Bu karşılıkları da, toplum kendi içinden çıkardığı kişiliklerin ağzından anlatır; yaratıcılığını, keskin düşüncesini uygulamaya koyar. Söyledikleri ve yaptıklarından dolayı Toplumca sözcü seçilen bu kişilikler bir maya oluştururlar. Sonradan yapılan ve söylenenle de, örnek alınan kişininmiş gibi görülür. Bir ana varlık, bir alp, bir balbal oluşur…

Toplumca yaratılan Kişilikler ya (az da olsa) bilinen bir kişiliğin çerçevesi genişletilerek oluşturulur, ya da tam anlamı ile kurgusaldır. İki nedeni vardır: Kuramsal kavramları somut olaylara dönüştürmek… Yaratılan kişiliğin ağzından, unutulmaz biçimde toplumun belleğine veriler, kuramlar yerleştirmek…

Bu karşılıkların en görkemli olarak bulunduğu toplumların başında Türkler gelir. Nasreddin Hoca üzerine pekçok yazı ve kitap yazılmıştır. Nasreddin’in “Kedi ve Kıyma” öyküsünde özetlenen kuramları, dünyanın değişik yerlerindeki bilim adamları yüzyıllar sonra ancak kitaplar yazarak anlatabilmişlerdir. Ancak, bu Türk kişilikler Nasreddin Hoca ile
başlamadığı gibi onunla da son bulmaz. Her biri birer inci niteliğinde, pekçok maya’lık etmis örnekler vardır. Keloğlan bunlardan yalnızca biridir. Yazılmayacak, anlatılmayacak ve dünya kaynaklarına geçirilmeyecek olurlarsa, bu mayalar da yok olacaktır. Bu yokoluş, Toplumun öz geçmişine yapabileceği en büyük kabalıktır, saygısızlıktır….

Üstelik, bu yokoluştan sonra yokolan öykü, ilk olarak başka bir toplumun sözcüsünce dile getirilmiş gibi yeniden sürüme girebilecek, diğer toplumların ilerlemelerine katkıda bulunabilecektir.

Toplum bu yöntem ile yalnızca kendine inanç sömürücüleri ve soylular ikilisince sunulan kurgubilim / sanat ürünü olay ve kişiliklere karşılık vermekle kalmaz. Tasarlanan balbal kişilikleri ile gelecek kuşakların ve Toplumun mayasını korumayı sağlar. Yakın yüzyıllara kadar, Alpler arasında teke tek döğüş yapılır, sonucunda ülkeler alınıp verilebilirdi.
Günümüzde bu teke tek döğüş kılıç-kalkan yerine Kurgu Bilim/Sanat tasarımcılığı ile yürütülmektedir. Kimin Kurgu Bilim yaratıkları evrende daha iyi yayılır, bilinir ise, o ülke ya da toplum yarışmayı kazanmış
olmaktadır. Bir yerde, bu tür giz oyunlarını öğrenmek ve belgelemek kaçınılmazdır.

Toplumların Kurgu Bilim yolu ile kendilerine sunulanlara, yine Kurgu Bilim yöntemi ile karşılık vermeleri bir baş kaldırma olarak da görülebilir. Atılan yanlış adımları doğruya yöneltmek, ileride yapılabilecek yanlışların önüne geçmek için kayda alınmış atılımlardır. Bu öyle bir başkaldırmadır ki, sessiz başlar; önce düşüncelerdedir. Toplumun bireylerinin birleşen sesleri ile gittikçe yükselir. Bütün gelecek kuşakları etkiler, mayalar, eğitir. Keloğlan ve Nasreddin Hoca bu yöntemin en öz, en etkili örneklerinden biridir. Kut veren Bilgi ile uğraşanların ve okuyucularının en önce öğrenmeleri gerekli olan: toplumlar arası ilişkilerde ve toplum ile yöneticileri arasındaki alış verişlerde hiçbirşey göründüğü gibi değildir…

Kayda geçmiş-geçmemiş olayların ardındaki nedenler, etkenler genellikle tüm olarak bilinmez. Unutulmamalıdır ki, hiçbirşey (olay, bilgi, kişilikler, ilişkiler, vb) gizli kalamaz. Ancak bulunmaları ve anlaşılmaları geciktirilir. Bu çok önemlidir… “At’ı alan üsküdar’ı geçer” atasözünün kapsamına girer. Sonradan öğrenilmeleri yararlarını büyük ölçüde düşürür… Dolayısıyla: Olayları başlangıcından görüp belgelemek kaçınılmazdır.
Sonra da, bu belgeler yordamı ile atılıma geçmek boyun borcudur.

İçeriklerini düşünmeye başladığımızda, Keloğlan v.b. öykülerinin bu yönde yazıldıkları sonucuna varabiliriz. Anlaşılan, Türk Ataları bu tür iletişimin önemini çok önce kavramış ve gereğince uygun düşünceleri Kurgu Bilim Alp’ini tasarlayarak ağzından geleceğe doğru aktarmışlardır. Bunların arasında, Egemenliğin korunması olabileceğini de düşüncelerden uzak tutmamak uygun görülebilir.

* * *

Tabi “egemenliğin korunması” demişken, Türk’ün o güçlü olduğu dönemlerde tasarladığı Alp kişiliklerden ayrı yine egemenliği korumak adına icad ettiği başka tiplemeler de var yakın tarihimizde..

Sevgili Servet AVCI‘nın “BU KİN SENİ UNUTUR MU?” başlıklı makalesinde anlattığı ‘imam” tipi’ (*****)

‘İmam’ tiplemesi uzun yıllar Türk sinemasında kötülüklerin sembolü oldu…

Bir yandan ahlâk vaazı verirken diğer yandan başkalarının namusuna göz diken, çaktırmadan rakı içen, yalan söyleyip, ahaliyi ‘kahraman’ın üzerine kışkırtan, düşmanla işbirliği yapan, üçkağıtçılığı seven, riyakar, çirkin yüzlü, bed sesli ‘imam’larımız! oldu…

Bu aşağılama çabası, Muhsin Ertuğrul’un çevirdiği  ‘Vurun Kahpeye’, Lütfi Akad’ın çevirdiği ‘Aynaros Kadısı’ gibi ‘eserler’de zirveye taşınmış, sinemanın günümüze kadar sık tekrarlanan, değişmez unsurlarından birisi haline gelmişti…

İstisnalardan genelleme çıkarma hırsı, aslında ideolojik bir tavırdı… Kendisini genç Cumhuriyet’in aydını olarak gören edebiyatçı ve sanatçı takımı, bütün husumetini eski rejimin sembollerine yöneltmişti…

Bu sığ görüşe göre, yeni rejimin oturması, kendi başarısından ziyade
eski rejimin aşağılanabildiği kadar
 aşağılanmasına bağlıydı…

Zavallı imamın kusuru buydu ve darbeyi de buradan yedi… Oysa imamın ‘eski rejimin sembolü’ olduğu tezi zaten çok tartışılabilecek bir konuydu… Ama bunu ‘dine yabancılaşma’ yarışına girmiş, yeni rejimin sözde aydın tabakasına kim, nasıl anlatabilecekti? “

Yine sevgili Servet Avcı’nın ifadesiyle;

“Şimdilere o ‘imam’ tiplemesine benzer bir akibeti ‘ülkücü’ tiplemesi yaşıyor…”

“Özellikle ‘Hatırla Sevgili’ ve ardından gelen ‘Bu Kalp Seni Unutur Mu?’ adlı televizyon dizileriyle, eski bir düşmanlık vizyona sokuldu… Şehir efsaneleriyle beslenmiş sol palavralar ‘tarihi gerçekmiş’ gibi anlatılırken, 1980 öncesi ülkücülerin en önemli vasıfları ‘katliam sanığı’ olmaları gösteriliyor…

Anti-amerikancı, tam bağımsızlıkçı, yurtsever, sermayeye karşı halktan yana, idealist solcu gençler!..

Cani ruhlu, zaman zaman devletin kullandığı, işbirlikçi, rantçı, mafyacı ülkücüler!..

Bir türlü bitmeyen bir kan davasından alınan ilhamla yazılır gibi yazılan senaryoyla, bütün bir hareket, orada canlandırılan ülkücü tiplerle aşağılanmak isteniyor…

Daha eskilere gidin..

Kibar Feyzo’da ağa Şener Şen ile maraba Kemal Sunal arasındaki:

“Faşo nedir lo!”

“Valla agam, beyle ib.e kimin, p..t kimin bir şey”, diye süren diyaloğu hatırlayın.

Yine bir dizi..

“Deli Yürek” tiplemesiyle tanıdığımız başrol oyuncusun rol aldığı, yine ‘haksızlıklar karşısında susmayan’lar konulu senaryosunun en heyecanlı yerinde enteresan bir film karesi;

Tip tip tipsizler, Allah’sız Koministler !” diye slogan atarak masum (!) solculara sopalarla saldıran ülkücüler…

Şimdi siz bu filmleri/dizileri izleyen gençlere, insanlara istediğiniz kadar anlatın;
Türkiye solunun, başımızın en büyük belası olan bölücü terörizme yıllarca ‘rahim’ vazifesi yaptığını… TİP’le girilen işbirliğiyle, 1967-69 arasındaki meşhur Doğu mitingleri, ardından kurulan Devrimci Doğu Kültür Ocakları(DDKO) Kürtçülüğün siyasallaşmasına büyük katkı yaptığını…
Türkiye solunun ihanetleriyle PKKnın kendisine son derece mümbit bir alan bulduğunu… ve dünyanın en kanlı örgütüne dönüştüğünü…

İşte sanatın gücü.
Herşey bir anda tersine dönüyor.
12 Eylül’de yaşadıklarımız da böylesi bir dezenformasyondan başka bir şey değildi.

‘Ankara’da kurultay varmış’, beni artık ilgilendirmiyor.

Kültür ve Sanat kurultayları var mı?

Lütfen bana ondan haber veriniz.

Saygılarımla…

———————————————————————–

(*)http://tr.wikipedia.org/wiki/Sanat
(**)http://www.haberarts.com/polyqa.htm
(***)http://eipcp.net/policies/vilenica/en
(****)http://vlib.iue.it/carrie/texts/carrie_books/paksoy-8/
(*****) Servet AVCI “BU KİN SENİ UNUTUR MU?”

Leave a comment