# Etiket
#EDEBİYAT

ELMA ve BIÇAK üzerine -Adnan Şenel ile Mülâkat-

ELMA ve BIÇAK üzerine Adnan Şenel’le mülâkat

– Kısa bir süre önce 12 Eylül dönemini anlatan Elma ve Bıçak adlı romanınız, çıktığı ilk günden itibaren büyük ilgi ve beğeni gördü. Şüphesiz 12 Eylül edebiyatı alanında önemli bir boşluğu dolduracak bu romanınız. Niçin yazdınız bu romanı ve niçin 32 yıl sonra?

– Niçin yazdığım ve niçin 32 yıl sonra sorularının ikisine birden verilecek tek cevap şu galiba: Gecikmişi daha fazla geciktirmemek… Yazılması gerekiyordu ve fakat kendi adıma söylüyorum, biraz gecikmiştim. Buna ister ihmalkârlık, ister tembellik, ister vakitsizlik ve ister motivasyon eksikliği veya bunların hepsinin ortak birleşimi deyin… Neticede, evet geç kalınmıştı ve daha fazla beklemenin mânâsı yoktu. Yine de, 12 Eylül edebiyatı alanında böylesine geç kalınmış olmasının birkaç sebebini kendimce sıralayayım. İlkin, psikolojik açıdan bir geri duruş vardı sanırım. O dönemde yaşanan acıları; ruhumuza, bedenimize, aklımıza çöreklenen travmaları bilinçdışımıza bastırmış olmalıydık ve bunun “edebiyatını” yaparak ve yazarak o berbat yaşantıları tekrar bilince çıkarmaktan belki de korkuyorduk.

 

Bunun yanına, konjonktürü koyalım. Aradan onca yıl geçmişti ve belki de onca yaşananları unutmaya yüz tutmuştuk; kimbilir, böylesinin daha iyi olacağına kendimizi inandırmıştık. Fakat, son dönemde olağanüstü bir şeyler oldu. Birtakım kanunlar, kararlar çıktı ve 12 Eylül’cüler bir anda kendilerini yargı önünde buldular. Bırakın 12 Eylül’cüleri, ondan daha önce darbeye teşebbüs eden, eylem planları hazırlayanların yakalanıp yargılanmaları, bizim de üzerimizdeki ölü toprağını silkelememize yol açtı. İtiraf edelim ki, daha üç dört yıl öncesine kadar bu ülkede bir askerî vesayet gerçeği vardı. Bu vesayetin önemli ölçüde izale edilmesinin de bizlerde bir rahatlama oluşturduğu kanaatindeyim.

 

Üçüncü olarak, biraz önce bahsettiğim vesayetin gevşemesine bağlı olarak, geçmişte darbelere zemin hazırlamak için neler yapıldığına dair, bilhassa, o kumpasları kuranların kendilerinin dile getirdikleri ve itirafları biraz daha gözümüzü açtı, bize yol gösterdi. Tamam, biz de az çok kimlerin neler yaptığını biliyorduk ama bunların bizzat müsebbipleri tarafından itiraf edilmesi, yapbozumuzu tamamlayan son parça oldu.

 

Bir başka sebep, malum, bizim müzmin sıkıntımız… Tembellik… Elimiz kalem tutanlarda dahi bir atalet ve biganelik var. Özellikle roman söz konusu olunca… Zor ve ürkütücü geliyor nedense eli kalem tutanlarımıza… Hoş, benzer durum benim için de olmadı değil hani…

 

Son sebebi de şöyle ortaya koyalım: İmkân… Daha doğrusu imkânsızlık… Tek ve başlıca kriterin “kâr” olduğu bir yayıncılık sektöründe, hadi bir eser yazalım yazmasına da, nasıl ve nerede bastıracağız? Yayıncı haklı olarak, basacağı ve dağıtacağı kitabın kendisine “kâr” olarak nasıl ve ne ölçüde döneceğini düşünüyor. Dolayısıyla, diyelim ki yayıncı 12 Eylül ile ilgili bir kitabı yayınlar da, yazacak olanlarımızda böyle bir “acaba?” şüphesi olunca, “niye boş yere kendimi yorayım?” duygu oluşuyor. Bu ikili ve karşılıklı duvarın yıkılması şart ki, eserler daha rahat ve genişçe yazılabilsin ve okuyucu bulabilsin… Ne mutlu ki bana, yayıncım da sağolsun, teveccüh gösterdi ve Elma ve Bıçak basıldı.

 

Gelelim, ben niye yazdım bu romanı? Biraz önce söylediğim sebepleri de hesaba katarak, diyebilirim ki, kendi adıma, kendi üzerime düşeni yerine getirmek istedim. Çevremdekilerin de “yaz artık şu 12 Eylül’ü” ısrarlarına ilâveten, eh yaş itibariyle o günleri yaşamış; okumuş, görmüş, yine o günleri yaşamış kişilerle tanış olmamın da katkısıyla “ya Bismillah” deyip yola çıktım.

 

– İyi ki bu yola çıkmışsınız ve bu romanı yazmışsınız. Peki romanı yazarkenki çıkış noktanız ne oldu? Yani, birdenbire mi “ben bu romanı yazayım” dediniz, yoksa bir süreç var mıydı?

 

– Yaklaşık iki yıl kadar önce niyetlendim bu romanı yazmaya. Fakat o sıralar kafamda başka bir roman vardı, onun üzerinde yoğunlaşmıştım. “Kaçak Yürek” romanım yani… Diğer romanlarım gibi onun da kurgusunu kafamda yıllar öncesinden yapmıştım ve artık oturup yazmak gerekiyordu. Dolayısıyla 12 Eylül’le ilgili roman ister istemez sarktı, bugünlere kaldı.

 

Evet, 12 Eylül dönemini anlatan bir roman yazmaya niyetlendim de, bunu nasıl kurgulayacaktım? Nereden başlayacaktım? İki tarihî söz imdadıma yetişti. İlki, dönemin devrik başbakanı Süleyman Demirel’e aittir ve cevabı hâlâ muhataplarınca cevaplanmamış şu sorudur: “11 Eylül’de oluk oluk akan kan nasıl oldu da 12 Eylül’de bıçak gibi kesildi?” İkincisi, yine dönemin Birinci Ordu Komutanı Bedrettin Demirel’in, darbeden çok yıllar sonra sarfettiği şu sözdür: “Biz aslında darbeyi bir yıl önce yapacaktık, ama şartların olgunlaşmasını bekledik.” Birbirini tamamlayan, birbirini cevaplayan, birbirini tetikleyen iki söz… Romanın kurgusunu işte bu iki sözün üzerinde temellendirdim. Romanımın adını da bu iki söze binaen koydum

 

– Elma ve bıçak… Bu iki sözden mi esinlendi?

 

– Evet.. Elma, “şartların olgunlaşması”ndan adını aldı. Şartların olgunlaşması… Yani, elmaların olgunlaşması… Elmalar olgunlaşsın, yere düşsün ki, öyle yensin. Bıçak ise, kendini belli ettiği üzre, anarşi ve terörün birden bıçak gibi kesilmesini karşılayan metafor.

 

– Romanı da iki bölüm halinde yazmışsınız. İlk bölüm Elma. Ne anlatıyor Elma?

 

– Elma bölümü, o “bir yıl önce yapacaktık” sözünden hareketle, darbeden önceki bir yılda olup bitenleri anlatıyor. Kronolojik olarak, 11 Eylül 1979’dan 11 Eylül’e kadarki bir yıllık dönem. Ne olmuş bu dönemde? Resmi rakamlara göre tam 2 bin 812 kişi ölmüş. Sağcısıyla, solcusuyla, polisiyle, işçisiyle, öğretmeniyle, milletvekiliyle, bakanıyla, öğrencisiyle, yani toplumun her kesiminden insanıyla, tam 2 bin 812 kişi… Bu ölenlerin yanına, yaralananları, sakat kalanları, hapse girenleri, bunların yakınlarını, ailelerini de koyun. Bunca kişi, o bir yıllık “bekleme” ve “elmaların olgunlaşması” döneminin kurbanları, mağdurları olmuş. Burada sorgulamak istediğim soru da şuydu: Madem ki, darbeyi yapanlar darbe yapmayı kafaya yıllar öncesinden koymuşlar, niçin o bir yılı beklediler? Şartların olgunlaşmasından kasıtları neydi? Ve daha da önemlisi, o şartların olgunlaşması için kendileri de birtakım girişimlerde bulundular mı? Onların da bir dahli oldu mu?

 

– Peki oldu mu? Cevabı veriyor musunuz romanda?

 

– Ben romancı, yani üçüncü şahıstan bir anlatıcı olarak böyle bir cevabı veremezdim ve nitekim vermedim de… Bunun cevabını okuyucu kendisi verecek. Ben sadece okuyucunun daha sağlıklı ve isabetli karar vermesi için olan bitenleri ortaya koydum. Karar okuyucunun. Belki de kimi okur, benim düşündüğümden, benim kanaatimden çok daha farklı cevaplar verecektir kendince.

 

– İkinci bölüm de Bıçak… Burada da darbe sonrası var öyleyse?

 

– Evet. Darbenin gerçekleştirildiği o sabah saat 04’ten itibaren yaşanılanlar bu bölümde anlatılıyor. Anarşi ve terör “bıçak” gibi kesiliyor; darbenin mimarı Kenan Evren’in dediği gibi ülkeye “huzur ve sükun” hakim oluyor. Nasıl oluyorsa oluyor ve oluk oluk akan aniden kesiliveriyor. Sonra da bize şu soruyu sormak düşüyor: 12 Eylül’den önce de sıkıyönetim vardı. Asker yine her şeye hakimdi. Polis, mahkemeler, hapishaneler onlara tâbiydi. Ellerinde her türlü yetki, sorumluluk ve tabii ki silahları, tankları, topları vardı. Böylesine ellerinde güç ve yetki varken, niçin o anarşi ve terör bırakın azalmayı, her geçen gün giderek artıyordu?

 

– Bu soru da bugüne kadar cevapsız kaldı değil mi?

 

– Kaldı tabii ki. Demirel’in o sorusu da bu minvaldeydi zaten. “Kenan Evren o dönemde Antalya’da tapu mudürü müydü?” diye de eklemişti ayrıca. Darbe öncesi 11 Eylül ile darbe günü 12 Eylül arasındaki fark sadece, sivil yönetimin gidip askerî yönetimin gelmesi miydi? Öyle ya, terörü bitirme adına elinizde o kadar enstrüman vardı ve bunları niye kullanmadınız da illâki yönetime el koyma ihtiyacı hissettiniz?

 

– Bu da cevabı içinde saklı sorulardan biri galiba. Peki, Mamak? Romanın ilk bölümünde de Mamak var ama asıl ikinci bölümde ağırlıkla yer alıyor.

 

– Mamak… O olmazsa zaten 12 Eylül’ün ruhu ve izdüşümü anlaşılamaz ki! Mamak, Diyarbakır, Metris… Buraları çıkarırsanız 12 Eylül darbesi diye bir şeyi belki de yıllarca ve bugün de konuşmazdık, konuşmak zorunda kalmazdık.  Kestirmeden şunu ifade edeyim: Yurt sathında anarşi ve terörü bitiren askeri idare, bizzat ve bizatihi terörün en koyusunu, en katısını ve en sunturlusunu cezaevlerinde kendisi gerçekleştirdi. Öyle lafla anlatılacak, kelimelere, cümlelere sığdırabilecek bir terör değil bu. Hani derler ya, anlatmakla olmaz, yaşamak lâzım. Ben 11 Eylül akşamı tahliye oldum; yaşadıklarım ve gördüklerim, 12 Eylül sabahından itibaren yaşanılanların binde biri bile değildi. Evet, darbe gününe kadar, özellikle de İsa armağan ile Mustafa Pehlivanoğlu’nun firarlarından ve ardından Raci Tetik’in cezaevi komutanlığına gelmesini takiben, yavaş yavaş ilk denemeler yapılmaya başlanmıştı. Sudan sebeplerle koğuşların basılması, avlulara çıkarılıp cop ziyafetinin çekilmesi seansları birer prova niteliğindeymiş meğer. Yine de nispeten fazlaca baskı ve eziyet yoktu. Ne var ki, darbe sabahı, ki ben daha sonra koğuş arkadaşlarımdan ve daha başkalarından öğrendim, zulüm günlerine adım atıldı. Sonrasında olanları burada söylememe gerek yok. Artık herkes ne olduğunu çok iyi biliyor. Hani anlamak için yaşamak lâzım dedim ya… Lâfın gelişiydi o.. Allah kimseye, düşmanıma bile o zulmü yaşatmasın bir daha…

 

– Amin. Romanın karakterlerine yani kahramanlarına gelelim. Romanda tanıdık birçok isim var ama tanımadıklarımız da var. Biraz açsanız bunu…

 

– Eğer yanılmıyorsam, Elma ve Bıçak, 12 Eylül edebiyatı alanında, kurgusu itibariyle tabi, türünün ilki… Bundan önce de birçok arkadaşımız, gönüldaşımız 12 Eylül konulu çalışmalar ortaya koydular. Fakat bunların tamamında bizzat yaşanılanlar, yani hatıralar sözkonusuydu. Bir bakıma, kendisi de dahil, karakterlerin hepsi gerçekti. Ama ben gerçek karakterlerin yanına hayalî kahramanlar da monte ettim. Böylece, bir romanda olması gerektiği gibi, konuyu, olayları, karakterleri dramatize ettim. Lâkin bunu yaparken, gerçek karakterlerin yaşadıklarını aynen olduğu gibi aksettirmeye özen gösterdim. Yani, romandaki gerçek karakterlerin başından geçenler birebire yakın ölçüde yaşanmıştı. Ki, bunların çoğunu bizzat tanıyordum ve başlarından neler geçmişti çok iyi biliyordum.

 

– Kimdi bu gerçek karakterler?

 

– İlk başta İsmail Şimşek… Fakülteden arkadaşımdı. Tanıdığım en hasbi ve delikanlı Ülkücülerdendi. Onu anlattım. Bu arada Adnan İslamoğulları dostumu da burada zikretmeliyim; İsmail benden çok onun yakın arkadaşıydı ve birlikte vakit geçirmişlikleri çok daha fazlaydı; bu yüzden, İsmail’i anlatırken İslamoğulları’nın da hatıralarından ve bilgilerinden çok faydalandım; buradan kendisine bir kere daha teşekkürü borç biliyorum. Bir diğer karakter Bekir Bağ’dır. İşkencede öldürülen ve ailesine “oğlunuz intihar etti” diye bir sabah naşı teslim edilen çocukluk arkadaşım… Sonra Üzeyir Bayraklı… Onu kod adıyla verdim romanda. Yine komşumuzun oğlu şoför Hayati Gökgöz… Siyasetle hiç ilgisi olmadığı halde sırf Abidinpaşa’da oturuyor diye Tuzluçayır’da komünistler tarafından linç edilen dünya tatlısı adam. Karısı hamileydi ve çocuğunun doğumunu görememişti. Muhsin başkan da, karakterlerden biri. MHP davasının başladığı ilk günkü İstiklâl Marşı okunmasındaki rolünü yazdım onunla ilgili olarak… Ve Galip ağabeyimiz. Galip Erdem… Karda kışta Mamak kapılarında ömrünü geçiren o Galip ağabey… İşte bunlar…

 

– Bunların yanına da hayalî karakterler var…

 

– Evet ama bunların hepsi tam olarak hayalî değil. Bir bölümü yarı hayali-yarı gerçek diyeyim. Yani, bazılarının gerçek hayatta karşılıkları var az çok. Fakat ben şimdi bunların kimler olduğunu burada açıklamayayım. Okuyucu yönlendirmek ve muhayyilesini etkilemek istemem. Eh, biraz da sürpriz yanı olsun değil mi?

 

– Romanda  epeyce sürprizler var gördüğümüz kadarıyla… Galiba okuyucuyu hem şaşırtacak, hem ağlatacak ve hem de kızdıracak türden sürprizler… Böyle tepkiler geldi mi okuyanlardan?

 

– Gelmez olur mu? Hem de ne tepkiler geldi… Haliyle ilk okuyanlar yakın çevremdekilerdi ve bilhassa sonlardaki sürprizler yüzünden baya baya öfke oklarına maruz kaldım. Kız yeğenlerimden biri gözleri ağlamaktan şişmiş şekilde geldi eve, demediğini bırakmadı ve “bir daha senin romanlarını okumayacağım, hepsinde böyle yapıyorsun” dedi. Benzer serzenişler başkalarından da gelmedi değil. Ama, bunları görünce, yaptığımın doğru ve amacına ulaşmış olduğunu gördüm. Böyle olmasını istedim, çünkü, romanı okurken ağlayanların gözyaşları ve acıları; o dönemde Mamak’ta zulüm görenlerin ve yakınlarının gözyaşları ve acıları yanında okyanusta bir damla gibiydi… Yaş itibariyle o dönemleri görmemiş ve yaşamamış olanlara da o duyguları yaşatabildiysem amacıma ulaşmışım deme ki.

 

– Sizi az çok tanıyan biri olarak vereceğiniz cevabı tahmin ediyorum ama yine de sormadan edemeyeceğim. Elma ve Bıçak’tan beklentiniz ne? Maddî ve manevî…

 

– Samimî cevap vereyim mi? Şimdiye kadar üç roman yazmıştım ve onlardan da bir maddî beklentim olmamıştı. Çünkü şartları az çok biliyorum ve maddî anlamda bir getirisi olmayacağını idrak edecek kadar da gerçekçiyim. Onların yayınlanmış olması benim için yeterliydi ve aldığım manevî haz tarif edilemez. Elma ve Bıçak dördüncü romanım ve yine samimî söylüyorum ki, bundan da maddî bir beklentim yok. Ve özellikle yok… Fakat manevî beklentim var ve hem de çok var. Bu romanın çok satılması değil, çok okunması beni için birincil öneme sahip. Ha, şu var; çok okunması çok satılmasını sağlayabilir; çok satılması kitabın çok baskı yapması ve dolayısıyla çok okunması anlamına gelir ki, manen de bu beni inanılmaz sevindirir. Ben roman türünü kullanarak, tarihe bir not düşmek ve inşallah gelecek nesillere bu dönemi dramatize edilmiş haliyle aktarmak istedim. Dahası, “elin kalem tutuyor, 12 Eylül’e dair niçin bir çalışman olmadı?” türünden suçlama ya da sitemlere maruz kalmamak adına, daha doğrusu bunu “misyon” addederek, üzerime düşeni yapmış olmanın vicdanî rahatlığını ve huzurunu yaşıyorum. Bundan âlâ beklenti ve kazanç olur mu?

 

– Haklısınız. Peki, son olarak, 12 Eylül ile ilgili başka bir çalışmanız olacak mı? Ya da, başka bir projeniz var mı?

 

– 12 Eylül ile ilgili? Hayır… En azından şimdilik hayır… Ama ileride şunu yapmayı isterdim: !2 Eylül’ü ve özellikle de Mamak’ı  askerlerin gözünden ele almak… Başta Raci Tetik olmak üzere, Mamak’ta görev yapan diğer subayların ve erlerin gözünden Mamak’ı anlatmak… O kasapların ruh haline sirayet edip, onlar gibi düşünerek, o zulümleri nasıl yaptığını o gözle işlemek… Böyle bir empati kurabilmek kolay mı? Zor… Romanda bile zor… Muhayyilede bile zor… Kimbilir, böyle bir deli cesareti gelirse denerim… Şu an bir roman konusu ve kurgusu var kafamda. Yakında başlayacağım. Gerilim-macera türünde, biraz da entrika ve komplo yüklü bir roman.. Bakalım Mevlam neyler, neylerse güzel eyler…

Leave a comment